www.turkiyespot.com web sayfası kontrol panelleleri yardımlaşma forumları Forum Ana Sayfa www.turkiyespot.com web sayfası kontrol panelleleri yardımlaşma forumları
ucuz hosting domain kontrol panelleri yardımlaşma forumları
 
 SSSSSS   AramaArama   Üye ListesiÜye Listesi   Kullanıcı GruplarıKullanıcı Grupları   KayıtKayıt 
 ProfilProfil   Özel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapınÖzel mesajlarınızı kontrol etmek için giriş yapın   GirişGiriş 

Gölcük Depremi (17 Ağustos 1999), Yusuf'a Mektup l M.F.E.

 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    www.turkiyespot.com web sayfası kontrol panelleleri yardımlaşma forumları Forum Ana Sayfa -> KALEM-KELAM
Önceki başlık :: Sonraki başlık  
Yazar Mesaj
M.F.E.



Kayıt: 25 Hzr 2008
Mesajlar: 80
Konum: Administrator

MesajTarih: Cmt Hzr 28, 2008 9:35 am    Mesaj konusu: Gölcük Depremi (17 Ağustos 1999), Yusuf'a Mektup l M.F.E. Alıntıyla Cevap Gönder

GÖLCÜK DEPREMi
17 Ağustos 1999 Salı, Seher Vakti, 03:02, Richter: 7,4
(Gölcük, Yalova, Çınarcık, İstanbul, İzmit, Sakarya, Düzce, Bolu)
Muhammed Fatih Ergün (Dipnot: 1)
(27.09.1999, Zonguldak & Konya, Oto Galericiler-ENSAR)


Kardeşim Yusuf,

Sana bizzat tanık olduğumuz Allah (cc)'ın gazab ayetlerini anlatmaya başlamadan önce bizleri yaratan, yaşatan, yöneten, rızıklandıran ve belki de ibret alır, kendimize gelir de "O'na layık kullar oluruz ve kurtuluruz" diye süre vererek yaşam bahşeden şanı yüce Allah'a hamdeder/şükreder, insanları müjdelemek ve uyarmak için gönderdiği tüm Elçilerine (s) salat ve selam eder, ölüler(imiz)e rahmet ve mağfiret, diriler(imiz)e de basiret, hidayet ve istikamet dilerim.

Selam sana ve Allah'ın salih kullarına Yusuf!

Aramızda yaklaşık 3000 km mesafe ve tel örgüler var Yusuf. Uzun zamandır da seninle görüşemedik, dertleşemedik. Seni çok özledim. Birlikte olduğumuz o güzel günler ve duygu dolu geceler ne güzeldi değil mi Yusuf? Yeşilliklerin üzerine oturup Allah'ın ayetlerini okuyup evreni tefekkür ederek geçirdiğimiz yaşamımızın o kutlu saydığım kesitleri ne kadar anlamlı, ne kadar heyecanlıydı değil mi? Kelami tartışmaları ve hiçbir zaman sonu gelmeyecek kısır döngüleri bırakmış, kardeşane duygularla birbirimize yakınlaşmış, ateş çukurunun kenarından kurtulmuş, Allah'ın nimeti sayesinde kardeş olmuştuk (3/103). Seninle olan hatıralarım hiçbir zaman hafızamdan silinmedi, silinmeyecek. Seni Allah'ın dininde kendime kardeş görüyorum (49/10). Kardeş kardeşi iyi anlar değil mi Yusuf ?

Sana bu mektubumda yazacaklarımı gözünle değil gönlünle oku Yusuf! Gönlü olan insanlara öylesine ihtiyaç duyuyorum ki, bilemezsin. Etrafımda gördüğüm, duyu organları arasında gönlü olmayan, sadece dili ve midesi aktif durumdaki yaratıklardan bıktım Yusuf! Ama sen ise başkasın... Eminim sen beni anlayacak, anlatacaklarım-dan etkilenecek ve bizim kadar olmasa bile birçok "sıradan insan"dan farklı bir şekilde hadiseyi değerlendireceksin. Bölgeyi her yönden etkisi altına alan ve 45 saniyelik gücüyle yaşadığımız coğrafyanın görünümünü ve gündemi tümüyle değiştiren bu olayın merkezinde İsraili, ABD'yi, nükleer denemeler yaptıkları iddia edilen bir-takım şerri ve şeytani güçleri değil, sadece Allahu Teala'yı göreceğinden ve O'na hiçbir gücü ortak koşmadan yaşa-dıklarımızı yorumlayacağından hiç kuşkum yok. Çünkü sen bölgemizin cahil halkı gibi gafil, yaşadığımız topraklara (şimdilik) egemen güçler gibi basiret ve hidayetten yoksun değilsin. Çünkü sen müşriklerden değilsin; Allahu Teala'ya iman etmiş muvahhidlerdensin, müslümanlardansın.

Bu mektubumda sana yazacaklarımı iyi okumalısın. Bu mektubu tüm içtenliğimle sana yazıyorum ama aynı za-manda mektubumun tarihe tanıklık edecek doğru bilgileri ve müslümanca yorumları içeren bir belge olmasını da gerçekten ümid ediyor, Rabb'imden istiyorum.

16 Ağustos 1999 Pazartesi gecesi ticari çalışmalarımız amaçlı olarak sadık bir dostumla birlikte Sakarya'da kendileriyle anlaşma yaptığımız bir Internet Cafe'de çalışıyorduk. Ertesi günü bir başka işim sebebiyle Bursa'ya gitmem gerekiyordu. Yorucu geçen bir günün yorgunluğu altında iyice yıpranmıştım. Korkunç bir şekilde başım ağrıyordu. Cafe'den erken çıkmıştım. Otobüs terminaline giderek biletimi almış ve geceyi geçirmek üzere evime gitmiş-tim. Günlük ve gündelik işlerin öylesine altında eziliyorduk ki, ertesi günkü seyahat programım için "inşaAllah" demeyi ve Allah'ın iradesini düşünmeyi kasıtsız olarak unutmuştum. "Kasıtsız olarak" diyorum; çünkü ben müslümandım, böylesi nazik bir konuda kastım olamazdı. Oysa -yakın gelecek için bile olsa- geleceğe yönelik işlerimizin ve programlarımızın tümüyle Allah'ın iradesinde olduğunu hatırlamak ve bunu (içtenlikle) itiraf etmek Rabb'imizin değişmez buyrukları arasında yer alıyordu (18/24). Bu hatamı idrak edince de yine Rabb'imizin aynı ayette buyurduğu gibi O'nu andım (hatırladım) ve beni doğru yola eriştirmesini O'ndan diledim.

İşlerim ve kendi ellerimin işledikleri yüzünden bana isabet ettiğine inandığım sıkıntılarım (42/30) sebebiyle oldukça yoğun geçen kasvetli bir günün sonunda yorgunluğum son sınırına gelip dayanmıştı. Akşam ve yatsı namazlarımı gece saat 24:00 sıralarında cem-i te'hir ile kıldıktan sonra şiddetli bir başağrısı ile kendimi yatağa atmıştım; çok kısa süre içeriside uyumuşum, nasıl uykuya daldığımı ise hatırlamıyorum. Yatmadan önce ise "Acaba sabah kalkabilecek miyim?" diye endişe ediyordum ve çoğu zaman olduğu gibi cep telefonumun alarmını kurarak yat-mıştım.

Ne kadar uyuduğumun ve saatin kaç olduğunun farkında olmadığım bir zamanda ansızın uyandım. Yatağa doğrulmak üzereydim ki tam o esnada Allah'ın buyurduğu gibi (67/16) yer çalkalandıkça çalkalanıyordu. Allah yaşa-dığımız kara parçasını, oturduğumuz evleri, apartmanları, beşer gücünü kesinlikle aşan bir alanı tıpkı bir beşik gibi çalkalıyordu. "Çalkantı" diye adlandırıyorum, çünkü depreme şahid olduğum bölgeyi Yüce Allah kuvvet ve kudretiyle sallayarak, çalkalamıştı. Daha sonraki araştırmalarım ve değişik mıntıkalarda yaşayan insanlardan yeraltının hareket yönü ile ilgili olarak aldığım bilgiler de bu doğrultudaydı.

Depremin olduğunu hisseder hissetmez, nedendir bilemiyorum, Allah'ın büyüklüğünü/yüceliğini ve gücünü hatırlama anlamında tekbir getirmem gerektiği halde Allah'ın Rasulü'ne salat ve selam duası etmeye başlamıştım. Yanlış anlaşılmasın, Allah Rasulü'ne salat ve selam etmeyi kimileri gibi şirk görüyor değilim; ancak burada gereksizdi. Bu konuda kendimi sorgulamış ve nedenini iç düyamda araştırmıştım elbette... Kısmen hadisenin şokunun ve uykudan yeni uyanmışken korkmanın etkisi olabilirdi ama, davranışımın daha ziyade çocukluk yıllarımdan gelen bir "bilinçaltı" olduğu kanaatine varmıştım. Çünkü felaket anlarında "münciye" ve "tefriciye" duaları okuyan bir çevrede yetişmiştik! Bilinçaltım o esnada bilgilerime galip gelmişti. Bu durumun farkına vardı-ğımda ise Allahu Teala'nın emrine uyarak (74/3) dilimle ve kalbimle Rabb'imi defalarca tekbir ve tehlil ettim, halen de ederim.

Seher vakti ale'l acele evin dışına çıkmıştık; bina üstümüze çökmesin, enkaz altında kalmayalım diye... Acaba ayaklarımızı bastığımız ve üzerinde gezdiğimiz zemin ne kadar emindi? Yüce Allah bir ayetinde: "Gökte olanın sizi yerin dibine batırmasından emin mi oldunuz? O zaman yer çalkalanır durur" (67/16) buyuruyordu. Nitekim daha sonra öğrenecektik ve deprem haberleri arasında yer alarak bölge halkının dilinde, zihninde adeta efsaneleşecekti ki, Gölcük'te bir fabrika bekçisi nöbeti esnasında deprem olurken kaçmaya teşebbüs edecekti de tam altından geçen fay hattının üzerinde bulunduğu kara parçasını yarması sonucunda yarılan yerin içerisine yuvarlanarak ölecekti ve günlerce sonra yapılan kazılar sonucunda cesedi bulunarak çıkarılacak ve tekrar (ait olduğu) toprağa defnedilecekti.

Oturduğumuz ve hoşumuza giden meskenlerin üzerimize çökmesinden endişe ediyor, daha önce başka şartlarda hiç te terketmeyi aklımıza bile getirmediğimiz evlerimizi aceleyle terkediyorduk. O esnada eşyalarımızı ve malları-mızı, -değerleri ne olursa olsun- atasözlerimizde olduğu gibi canımızın yongası olarak da görmüyorduk. Daha sonra, canlarımızı kurtardıktan sonra onların derdine düşecektik. O esnada tek düşündüğümüz şey öncelikli olarak canımızdı. Bu sebeple de kendimizi o saatte binaların dışına atmıştık. Atmıştık ama, acaba üzerimizdeki gök ne kadar emindi? Yüce Allah yukarıdaki ayetin devamında bu konuda şöyle buyuruyordu: "Yoksa siz gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin mi oldunuz? Uyarımın nasıl olduğunu bilecek-siniz." (67/17) Nitekim hakettikleri için Allah'ın bu veya daha başka yöntemlerle helak ettiği nice nice kavimler vardı. Onlar Allah'ın gönderdiği çeşitli Elçi'ler tarafından hidayet mesajları ile uyarılmışlardı. Allah bu topluluk-ların haberlerini kıyamete kadar gelecek insanlara ibret olsun diye Kerim Kitabı'nda defaatle anlatıyordu. Yeryüzünün kimi bölgelerinde onların yaşadıkları kentlerin kalıntılarından ibretler de vardı. Ama ibret alan kimdi? Halbuki konuyu anlatan ilgili ayetlerin sayısı oldukça kabarıktı ve hiç te ibret alınmayacak gibi değildi; tüm dehşetiyle yürekleri (olanların yüreklerini) ağızlar(ın)a getiriyordu.

Allah Hz. Nuh (s)'u kavmine göndermişti. Nuh (s) kavmi arasında dokuz yüz elli yıl kaldı. Sonunda onlar zulmeder-lerken Allah onları tufan ile helak etti. Nuh (s) ve Nuh'un beraberinde gemide bulunanları kurtardı; "Nuh Tufanı" diye dillerde meşhur o büyük hadiseyi dkıyamete dek yaşayacak insanlar için bir ibret (ayet) kıldı (29/15). Nesep itibari ile Nuh Nebi'nin yakınları dahi bu helakten kurtulamamıştı, bizzat kendi oğlu dahi suda boğulmuştu. Oysa "dağa çıkar kurtulurum" zannı taşıyordu ( ). Zannı boşa çıktı; çünkü o iman etmediği için Nuh'un ailesinden sayılmıyordu ( ).

Allah Hz. İbrahim (s)'i kavmine göndermişti. İbrahim kavmi Allah'ı bırakıp putlara tapıyor, Allah'a karşı asılsız sözler uyduruyorlardı. İbrahim (s) rızkın sadece Allah'tan bilinmesi/beklenmesi, gereği gibi kulluk etmek ve şükretmek konularında kavmini uyardı. Sonunda dönüşün Allah'a olduğunu hatırlattı, kendilerinden önce gelen kavimlerin başlarına gelenleri tekrarladı. Allah'ın kudreti, yüceliği, yaratma sıfatı ile ilgili konularda kavmine tevhid içerikli güzel ögütler verdi. Eğer Allah'ın ayetlerini ve ahiret gününü inkar ederlerse Allah'ın can yakıcı azabı ile onları korkuttu. Kavmi kendisini yalanladı ve O'nu bu dünya hayatında başarabileceklerini sandıkları ateş azabı ile tehdit ettiler. Fakat Allah İbrahim (s)'i korudu. Soyundan gelenlere Kitap ve Elçilik verdi. O'nu bu dünya hayatında da ahirette de ödüllendirdi.

Lut (s), İbrahim'in mesajına kulak vermiş bir mü'mindi. Allah kendisine Elçilik görevi verdi. Lut kavmini işlediği kötülüklerden sakındırmaya çalıştı. Lut'un gönderildiği toplum kendilerinden önce hiç kimsenin işlemediği kötü-lüğü işliyor, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyor (homoseksüellik), yol kesiyor ve biraraya geldikleri toplantılarında fena işler yapıyorlardı. Lut'un uyarılarına kulak asmadılar, dahası onu yalanladılar. Küstahca bir ifade ile: "Doğru sözlü isen bize Allah'ın azabını getir!" dediler. Lut Allah'tan yardım istedi. Allah'ın azab için gönderdiği elçiler gökten bir azap ile geldi, Lut (s) kafir olan karısı dışında ailesiyle birlikte kurtuldu. Kavmi ise yaptıkları fasıklıklardan ötürü cezalandırıldılar. Yaşadıkları kent ise onlardan sonra gelecek kuşaklara bir belge olmak üzere kaldı.

Medyen halkına Allah kendi içlerinden birisini, kardeşleri Şuayb'ı göndermişti. O da diğer elçiler gibi kavmini Allah'a kulluğa ve ahiret gününe imana çağırdı, bozgunculuk yapmaktan (fesad) sakındırmak istedi. Kavmi onu yalanladı. İnkarcı kavme Allah'tan ceza geldi; onları bir titreme aldı ve oldukları yerde dizüstü çöküp kaldılar.

İşte Ad kavmi... Rabb'lerinden kendileri için gelen ayetleri inkar etmekte direndiler. Kendilerine gelen Elçilere isyan ettiler ve Allah'a itaat etmeyi bırakıp her inatçı zorbanın emrine uydular. Şeytan kendilerine arzu ettiklerini güzel göstermiş, onları doğru yoldan alıkoymuştu. Onlar bunun farkında değildiler. Allah Ad ve Semud topluluklarını yok etti, yaşadıkları yerleri ibret olarak bıraktı.

Allah Musa'yı kavmine apaçık belgelerle göndermişti. Döneminin firavn'u (devlet başkanı) iyice azmış, tağutluk yapıyordu. Firavn yeryüzünde Allah'a rağmen yücelik taslıyor ve bölgesindeki insanlara "en yüce rabb olduğunu" ilan ediyordu. ( ) Beraberinde Karun ve Haman vardı. Karun bölgenin ekonomik gücünü elinde tutan bir kapitalistti (mütref). Haman ise Firavn'a vezirlik yapıyordu. Musa'yı yalanladılar... Dahası Musa'ya iman edenleri işkence ve ölümle tehdit ediyorlardı. Çünkü onların samimi imanı kendilerinin yeryüzünde oluşturdukları ve korumak istedikleri saltanatlarının, saraylarının aleyhine olacaktı. Firavn ve beraberinde olanların yaptıkları Allah'ın gayretine dokundu. "Ne zaman ki bizi kızdırdılar, intikam aldık onlardan... Hepsini boğduk" ( ) buyuruyordu Allah. Bir başka ayette de değişik helak çeşitleri anlatılıyordu:

Karun'u, Firavun'u ve Haman'ı yok ettik. And olsun ki Musa kendilerine belgelerle gelmisti de onlar yeryü-zünde büyüklük taslamışlardı. Oysa azabımızdan kurtulamazlardı. Herbirini gunahı sebebiyle yakaladık; ki-mine taşlar savuran rüzgarlar gönderdik, kimini bir cığlık yok etti, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Onlara Allah zulmetmiyordu, fakat onlar kendilerine yazık ediyorlardı. (29/15-41)

Bütün bunları düşünerek evlerimizden, yuvalarımızdan çıkışımız bana adeta mikro boyutta kıyamet gününde kabirlerdeki ölülerin yattıkları yerlerden "koşarcasına çıkacakları" anı hatırlatıyordu. Görmediğimiz halde Allah haber verdiği için iman ettiğimiz konu ile ilgili gaybi bir haberde Allah şöyle buyuruyordu: "... O çağırıcının, nefislerin hoşlanmadığı bir şeye çağırdığı gün, gözleri zelil olarak sanki etrafa yayılmış çekirgeler gibi çağırana koşarcasına kabirler(in)den çıkarlar. Ve o kafirler derler ki: Bu zor bir gün!" (54/6-Cool Peki evlerimizden çıkıyorduk, çıkacaktık; kıyamet gününde de kabirlerimizden çıkacak, bütün bu yaşadıklarımızı en makro boyutuyla yaşayacak ve hesap verecektik. Ama kaçış nereyeydi? Allah kaçış yerini haber vermedi mi sanırsın Yusuf?

"Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay biraraya getirildiği zaman... (İşte o zaman) insan: "Kaçış nereye?" diye sorar. "Hayır! Hiçbir sığınak yoktur, o gün herkesin varıp duracağı yer Rabb'inin huzurudur." (75/7-12)

Ayrıca o korkunç depremi yaşadığımız anın sabah vakti olması da beni oldukça ürpertiyor, düşündürüyordu. Çünkü yaşantısını ahlaksızlık üzerine kurmuş ve kendilerine gönderdiği Elçi'ye isyan etmiş olan Lut kavmini Allah sabah vakti helak etmişti. Allah Elçi'si Lut (s)'a "İnne mev'idehumu's-subh; Eleyse's-subhu bi'qarib" diyordu. "Onlara vaadedilen (azab) sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?" (11/81) Evet sabah yakındı, ve Allah'ın koy-duğu ölçüleri mütecaviz topluluk helak edilmişti. Günümüzde aynı veya daha büyük ahlaksızlıkları fazlasıyla irtikap eden ferdler ve topluluklar yok muydu? Günahlar yaşadığımız toplumun hayatının her alanını sarmamış mıydı? Tüm günahların ve zulümlerin üstünde en büyük günah ve zulüm olan, Allah'ın tevbesiz ölen kişi için asla bağışlamayacağı (4/48; 4/116) ve Allah'a karşı en büyük küstahlık olan şirk suçu (31/13) işlenmiyor muyudu? Ayetlerin günümüze bakan boyutu/boyutları yok muydu? Allah (cc)'ın bize anlattıkları müşriklerin dediği gibi -haşa- geçmişlerin masalları olmadığına göre (6/25; 8/31; 16/24; 23/83; 25/5; 27/68; 46/17; 68/15; 83/13) elbette aynı münzel ve kevni ayetlere, sünnetullah'ın değişmez yasalarına (17/77; 35/43) biz de muhataptık, içinde yaşadığımız toplumda, siyasi gücü elinde tutan idari kadro ve egemen zümre de muhataptı. Hz. Musa (s)'nın endişe içerikli yakarışında olduğu gibi, acaba Allah "içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de helak eder miydi?" (7/155) Bütün bunları düşünüyor, korkuyordum. Tevbe ediyor, istiğfar ediyordum. Sen olsan aynı şeyleri düşün-mez miydin, sen de benim gibi korkmaz mıydın, benim sığındığım Allah'a sen de sığınmaz mıydın, Yusuf?

Bir seher vakti Allah'a tevbe ediyorduk. Ama bu tevbe normal şartlarda insiyatiflerimiz dahilinde yaptığımız bir tevbe değildi. Allah'ın bir ayetinde mü'min kullarından bir özellik olarak anlatıp övdüğü bir tevbe değildi. Yüce Allah gereği gibi kendisine iman etmiş mü'min kulları için: "Onlar seher vakitlerinde istiğfar ederler" (3/17) buyuruyordu. Ama bizimkisi öyle bir tevbe değildi, Yusuf! Yaşadığımız hadisenin şu an aklımızı başımıza alma-mıza, niyetlerimizi ve amellerimizi doğrultup islah etmemize, Allah'a yakınlaşacak ameller işleyip Allah ile ilişkilerimizi düzeltmeye, sorumluluklarımızı idrak ederek yerine getirmeye vesile olma özelliği taşımasına rağmen o esnada yaptığımız tevbe bir "kafir tevbesi"ydi. O an ölseydik Allah böyle bir tevbeyi kabul etmeyecekti. Bunu iyi biliyorduk, ilgili ayetleri defalarca okumuştuk. Hatta bu ayetleri Hz. Musa (s) döneminin tağutu olan Firavn'un mü'min olarak öldüğünü iddia eden kendini bilmezlere karşı delil getiriyor ve onlara bu ayeti okuyorduk da... "Şu kimselerin tevbeleri yoktur. Ki onlar günahları/kötülükleri işlemişler işlemişler, sonra kendilerine ölüm geldiğinde: "İşte şimdi tevbe ettim!" demişlerdir. Bir de kafir olarak ölenler için tevbe yoktur. İşte böyleleri için biz elim bir azab hazırladık." (4/1Cool

Evet, defalarca bu ayeti okumuş ve yine defalarca muhaliflerimize karşı delil sadedinde bu ayeti kullanmıştık. Biliyorduk böyle olduğunu... Ama başka çaremiz mi vardı? Allah'tan kaçabilir miydik? Hem nereye kaçacaktık? (75/11) Dönüş O'na değil miydi? Bunca ayet -haşa- boşuna mıydı? (2/28; 2/245; 2/285; 3/28; 5/18; 10/56; 11/34; 21/35; 22/48; 24/42; 28/70; 28/88; 29/17; 29/57; 30/11; 31/14; 32/11; 35/18; 36/22; 36/83; 39/44; 40/3; 41/21; 42/15; 43/85; 45/15; 50/43; 60/4; ) Hepimiz, herkes, tüm insanlar O'na muhtaç değil miydik? (35/15) İçimizdeki beyinsizler yüzünden bize de isabet edeceği endişesi taşıdığımız (7/155) ve bütün bir toplumu kuşatması muhtemel böylesi büyük bir fitne (8/25) karşısında Allah'ın azabından nasıl emin olabilirdik?

Doğrusu korktuğumuz ve olmasını istemediğimiz şey ebedi kalacağımızı sanarak mamur etmeye çalıştığımız bu geçici dünya hayatını yitirme endişesi miydi? Veya ölüm korkusu muydu? Ya da daha bilinçli bir kaygı sonucu hesap endişesi miydi? Yoksa Allah'a ve kullara karşı işlediğimiz hatalar ve bu hataların ezikliği miydi, yürekleri-mizde hissettiğimiz? Hayatımızı yitirme endişesi ile ilk aklımıza gelenler, bu dünya hayatında ne pahasına olursa olsun yapmamız gerekirken yapmadıklarımız ve Allah yapmamamızı emretmişken yaptıklarımız mı olmuştu? Allah'a gidecek yüzümüz mü yoktu, yoksa? Dillerimiz müslümanca konuştuğu, görüntülerimiz İslam'ca olduğu halde niyet ve eylemlerimiz daha mı farklıydı acaba? Bu dünya hayatında vazgeçmek istemediklerimizin arasında Allah'tan, O'nun rızasından ve O'nun dini uğrunda çalışmaktan daha fazla sevdiğimiz şeyler mi vardı, acaba? Daha da ileri gideyim, Yusuf! Allah'tan başka sevdiklerimiz, Allah'tan başka taptıklarımız mı vardı da, Allah'a gitmek istemiyorduk? Oysa bu çırpınışlarımız bize hiçbir fayda sağlamayacaktı ki! (33/16) Seni bizatihi ilgilendirmediği için bu konuda kendimle ilgili otokritik sonuçlarımı söylemek istemiyorum. Müsaade et, benimle Rabb'im arasın-da kalsın.

Allah bize süre verdi Yusuf. Kullarına karşı çok merhametli olan Allah bize rahmet etti, acıdı. Kafir olarak ölenlerden kılmadı... Dinine düşmanlık yaptığı esnada farkında olmadıkları ve beklemedikleri bir anda hesap etmedik-leri bir vurgunu yiyenlerden kılmadı... Bu dünya hayatında Allah'a karşı kibirlenmelerine ve yeryüzünde yücelik taslamalarına rağmen ahiret gününde azaptan kurtulmak için yalvaran gerçek çaresizlerden kılmadı. Enkaz altında kalarak ölenlerden, acı çekenlerden, uzun süre can çekişenlerden kılmadı... Cesetleri kokanlardan, kokan cesetlerini kedi-köpek yiyenlerden kılmadı; yaralayıp ölünceye kadar unutamayacağımız ve başkalarına muhtaç olarak bir hayat süreceğimiz musibetlerle denemedi. Çoluk-çocuk acısı göstermedi. Bir yudum suya, bir lokma ekmeğe muhtaç kalmadık. Elbette bunlardan dolayı bizleri koruyan Allah'a şükrediyoruz. Ama bütün bunların isabet ettiği, bütün bunlarla denenen, bütün bunların acısını, sıkıntısını çeken, kıyamet gününde gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacak insanların varlığı ve çokluğu açık bir gerçekti. Ve Rabb'leri katına mücrim olarak gidenler vardı (20/74). Kıyamet gününde yüzleri kara çıkacak olanlar vardı (3/106; 75/24). O günkü dehşeti ve azabı gördüklerinde pişmanlıklarından ve kurtuluş için yapacakları bir şeyleri olmadığından dolayı "Ne olurdu, keşke toprak olsaydım!" diyecek olanlar vardı (78/40).

Biz bu duyguları yaşarken ve daha henüz depremin üzerinden 3 saat geçmesine rağmen bankaları yağmalayan, döviz büroları ve kuyumcuların enkaz altında kalmış mekanlarının bulunduğu yerlerde "Olabilir ki nasiplenirim buralarda!" diyerek güneşin ilk ışıklarını beklemeden "fecr-i kazib" vakti altın ve döviz arayan, enkaz altında kalmış bir kadın cesedinin kolundaki bilezikleri çalmaya uğraşan ve bu arada bir asker kurşunuyla ölen, marketleri yağmalayan-yağmalatan, deprem sonrası günlerde de "Tekrar deprem olacak; hiçkimse evinde yatmasın, dışarı çıksın" şeklindeki asılsız haberleriyle halkı sokağa döken sonra da o insanların evlerine girerek hırsızlık ve yağma yapan, deprem sebebiyle ve canını kurtarma endişesiyle evini terketmiş halkın yaşadığı bölgeye uzaklardan, başka şehirlerden sefer düzenleyerek gruplar halinde kollektif soygunlar yapmaya gelen şerefsiz insanlar da görüldü yaşadığımız bölgede ve yakın çevrede...

İnsanlık onurunu ve haysiyetini yitirmiş kimi şerefsizler deprem bölgesini adeta bir panayır yeri olarak varsaymışlardı. Bu zalimler tarafından halkın acil ihtiyaçlarının ne olduğu hemen tespit edilmişti. Elbetteki acil ihtiyaç öncelikli olarak suydu. Çünkü bölgede depremle birlikte altyapı da tahrip olmuş ve sular kesilmişti. İnsanlığını ayaklarının altına alarak paraya kul olan bu şerefsizler, getirdiği 1/2 litrelik pet şişelerdeki suları -abartmadan söylüyorum- tam 2.000.000 TL'dan satmak istemişler ve Adapazarı halkı tarafından linç edilmişlerdi. (Bizden sonraki tarihe ibret olarak kalsın diye yazıyorum, bu rakamın ekmek bazındaki değeri deprem tarihindeki Sakarya piyasasına göre 20 ekmek, dolar bazındaki değeri 4,5 USD, altın bazındaki değeri de )

Gördüklerimi söylememden hoşlanmayan veya duydukları/okudukları zaman pekçok kimse rahatsız olur elbette ama, Allahu Teala'nın bazı yerlere ve mekanlara özellikle nokta vuruşlar yaptığını açıkça görüyorduk. Resmi ağızların yaptığı açıklamalarda da söylendiği gibi depremin merkezi Gölcük Donanma Konutanlığı'nın altıydı. Bu gerçeği bir televizyon kanalında haber olarak veren Ali Kırca, canlı yayın yapıyor ve canlı bağlantı esnasında üstünde gezindiği enkazın altını eliyle işaret ederek: "İşte, depremin merkezi tam burası!" diyerek anlamlı bir vurgu yapıyordu.

Sakarya'da Adliye (!) binası ve İcra Daireleri yere batmış, Orduevi'nin büyük bir bölümü göçmüş, dört katlı ve oldukça enli Ticaret ve Sanayi odası temelinden çıkarak Bulvar'a düşmüş ve yolu kapatmıştı. Askerlik şubesinin yerinde yeller esiyordu. Bu saydığım mekanların daha önce bulunduğu alanlar (Adapazarı tren garının ön tarafı) şimdi bomboş arsa gibiydi. Ahlaksızlık üzerinden para kazanan erdemsiz insanların sahibi olduğu iki adet "fahşa"sı ile meşhur olduğunu bildiğim otel yere batmıştı, varlıklarından hiçbir eser yoktu. Onların varlığı hakkında artık daha önce bu beldede yaşamış olup oraları bilen insanlar: "Daha önce buralarda şunlar vardı" şeklinde konuşabilirlerdi. Oysa bütün bu binaların sağında, solunda, önünde ve arkasında bulunan pekçok bina ya sapa-sağlam ayakta duruyordu, ya da çok az bir hasarla depremi atlatmıştı. Ayrıca şehrin ekonomik gücünün simgesi olan kuyumcular, döviz büroları (mutrefin) -sadece varlıklarından belirti olarak kalan- ayaklarımızın hizasındaki çatıları ile gerçekten çok büyük, çok ilginç, çok dehşet ibret manzarası taşıyorlardı. Yaşadığımız şehrin taşkın zenginleri ile -özür dilerim, bağışla- köpekli-pezevenkli şımarık sosyetesinin oturduğu, şehrin en işlek yeri olan Çark Caddesi -ki İstanbul'un Beyoğlu'ndaki İstiklal Caddesi ne ise burası da ona denktir- tanınmaz hale gelmişti. Daha önceleri biz buralardan geçerken ma'lum çevre bizimle ve İslami kimliğimizin bir parçası düşüncesiyle imaj olarak taşıdığımız sakalımızla/kıyafetimizle/içlerine sindiremedikleri görüntümüzle alay eder, anlamlı bakışlarla müslümanı hiçe sayarak sırıtırlardı. Zaten onların (daha büyüklerine göre) küçük ilahlarından biri nüzül sebebini hatırlayamadığım bir ayetinde (!) "Laik olmayan insan bile değildir!" diye buyurmamış mıydı? Oysa Allah'ın koyduğu bizim de iman ettiğimiz gerçek ölçü daha farklıydı: "Ulaike ke'l-En'am, bel hum edall" (7/179; 25/44)

Ertesi günü şehri gezdiğimde daha önceden bildiğim mekanları arıyordum. Gördüğüm manzaralarla görmek istediğim halde göremediklerim bana Allah'ın şu azim haberini hatırlatıyordu:

"Biz bir kenti helak etmek istediğimiz zaman oranın şımarmış elebaşlarına/azmış zenginlerine (itaat etmeyi) emrederiz. (Fakat) onlar orada fasıklık/taşkınlık yaparlar. (Böylece) azap hakkındaki sözümüz onların aleyhinde gerçekleşir. Ve biz oranın altını üstüne getirir/yerle bir ederiz." (17/16)

Kur'an'dan tilavetini okuduğumuz, çocukluk yıllarımızdan bu yana da metnini ezbere bildiğimiz, kimilerimizin ise -ne anlamı varsa- ölülere okuduğu bu ayetler, 17 Ağustos 1999 sabahında Gölcük'e bizzat inmişti. Rasulullah (s)'a geçmiş kavimlerin ve kentlerin haberlerinden bilgi ve ibret amaçlı olarak vahyen inen bu ayetler depremin merke-zine ve etki alanında olan yerlere "gazab ayetleri" olarak fiilen inmişti. Biz de Allah'ın bu gazab ayetlerinin canlı şahidleri oluyorduk.

Kur'an'dan okumuşsundur Yusuf, tarih boyu yaşanan helak hadiselerinde gayretullah'a dokunun Allah'ın gazabını getiren birtakım söz ve eylemler vardır. Mesela,

İşlenen cürümler ayyuka çıkmıştı... İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesad çıkmıştı (30/41). Toplumun yönetim işini -beceremedikleri ve yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları halde- ellerinde tutan siyasi otorite haddi aşmış, her geçen gün tuğyanlarına yeni tuğyanlar ekleme peşindeydi. İslam'ın korunmasını garanti altına aldığı aldığı can, mal, nesil, akıl ve din emniyeti gibi tüm değerler tahrif edilmiş, yoksayılmıştı. Allah'ın ayetleri inkar ediliyor, Allah ve ayetleri ile dalga geçiliyor, Allah'ın şeairi oyun-eğlence konusu edinili-yordu. İdari kadronun sadece zulmü, küfrü ve şirki sözkonusu değildi. Bunlarla birlikte ayrıca tuğyanı, alayı ve gayretullah'a dokunacak çok çirkin eylemleri vardı. İnsanları Allah'a çağıran ve "Ben müslümanlardanım" diyen insanlara eziyet ediliyor, Allah'ın hükümleri ile hükmedilmeyen beşeri-tağuti mahkemelerde hakları mazlum insanların en doğal hakları ellerinden alınıyor, insanlığa sığmayacak işkenceler kendilerine uygulanıyor, tarihteki her azılı zorbanın yaptığı ya da yapmakla kokuttuğu gibi ömür boyu hapis cezalarıyla ma'sum insanlar inançların-dan yıldırılmak isteniyordu. Yaşadığımız topraklarda adeta Allah için sadece kımıldamış bir insanın -hiç başka suçu olmasa bile- idam cezasına çarptırıldığını görsek artık bunu yadırgamaz olmuş, kanıksamıştık; çünkü olağan-dı. Nitekim kendilerini gıyaben tanıdığımız Malatya'lı bacılarımızın başlarına gelenler (getirilenler) bu sözlerimizin kanıtı değil miydi? İslam "irtica", müslüman da "mürteci" sıfatıyla anılır olmuştu. Azgın tağutlar secde ibadetine tahammül edemiyorlar, namazı yasaklıyorlardı. Müslüman kadınların Allah'ın buyruğuna uyarak pratik hayat-larında uygulama mücadelesi verdikleri tesettürleri alay konusu edilmiş ve engellenir olmuştu. Yıllar önce de aynı zihniyet tarafından başlarına sarık sardıkları için mazlum insanlar İstiklal mahkemelerinin kararları ile idam edilmemişler miydi? Ankara'da Ulus ve Kızılay meydanlarında insan kanları sel gibi akmamış mıydı? Etrafına nüfuzu olan ve İslami gayretleriyle bilinen suçsuz insanlar zehirletilerek öldürülmüyor muydu? Provakasyonlar müslümanları ve İslami hareketi hedefler mahiyette bizzat devlet eliyle tertiplenmiyor muydu? Günümüzdekiler de, sloganlarında da belirttikleri gibi "atalarının izinde"ydiler...

Buralarda olsaydın da keşke bizzat görseydin olarları; keşke bizzat için sızlasaydı, keşke bizzat birlikte ağlasaydık Yusuf! Eğer felaket anını beraber yaşasaydık aynı hisleri taşıyacağımıza, aynı duyguları yaşıyacağımıza, aynı şeyleri düşünüp ortak sonuçlarda buluşacağımıza adım gibi eminim Yusuf.

İşte böyle bir ortamda Allah Gölcük'ü vuruyor, hiç te azımsanamayacak bir alanı da vurgununun etkisi altına alıyordu. Nitekim hadise daha sonra "Yüzyılın Felaketi" adıyla dillerde yankısını bulacaktı.

Deprem sonrası ticari işlerim için İstanbul'a gitmiştim. Eylül ayının ilk günleriydi. Kendisine daha önceden bir emanet verdiğim arkadaştan o emaneti teslim almak için randevulaşmış ve Sirkeci tren garında buluşmuştuk. Oradan birlikte taksi dolmuşlarla Yeşilköy'e gittik. Yolumuz biraz uzundu, sohbete başladık. Tabi ki herkesin olduğu gibi bizim de gündemimiz depremdi. Çünkü ilgili bölgenin sakinlerindendik. Dahası bu arkadaş deprem sonrası bölgeye gelmiş, bizi de aramış, ama tüm gayretlerine rağmen de ulaşamamıştı. Elbette böyle bir zaman diliminde karşılaşınca ilk konuşacağımız deprem olmalıydı. Biraz bizden, biraz da Sakarya ve çevrenin genel durumundan, olup-bitenlerden konuştuktan sonra bana hayatım boyunca unutamayacağım şu olayı -ikinci ağız olarak-anlattı:

Bütün bunların dinledikten sonra uzun süre sustum ve düşündüm. Duyduklarımın doğru olduğuna inanıyordum. Niye mi? Birilerine özellikle kin duyduğum ve buğz ettiğim için değil... Düşmanlarımızın aleyhine duyduğumuz her habere tahkikisiz inanarak onlar hakkında -onlar gibi- gıyabi infazlar yapmak ve aleyhlerinde doğru-yanlış ayırtetmeden delil toplamayı alışkanlık haline getirdiğimizden filan değil... Haberi getiren arkadaş kesinlikle güvendiğim bir kişiydi, yani benim katımda hadisçilerin diliyle "sika"ydı. Olayı mahalle dedikodularından, onun-bunun ağzından değil, bizzat Gölcük Orduevi'nde görevli, o gece orada hazır bulunan ve akrabası olan üst düzey rütbeli bir askerden bizzat dinlemişti. Böyle bir olayı anlatmasını kendisinden talep etmediğim gibi, böyle bir olayı anlatacak zemini de kendisi için özellikle hazırlamış değildim. Ayrıca anlattığı şekilde, anlattığı boyutlarıyla bu olayın planlı bir şekilde uydurulması mümkün değildi, buna gerek te yoktu. Haaa, bir de en önemlisi, az kalsın unutuyordum; yukarıda naklettiğim bu şenaeti onlar işlerlerdi, bu onlara yakışırdı. Bunu onlardan beklememek, ya da bu haberi duyduğumuz zaman onlara hüsn-ü zann etmek için hiçbir sebep yoktu. Çünkü benzerlerini işlemişlerdi, işliyorlardı. İşlediklerinden tevbe etmiş değillerdi, gördüğümüz kadarıyla buna niyetleri de yoktu. Onların benzer olarak neler işlediklerini merak mı ettin, Yusuf? Türkiye'deyken bunları duymuş olmalısın. Mesela, "Ka'be arabın olsun, Çankaya bize yeter!" diyerek, Allah'ın evi Buytullahi'l-Haram'ı hafife alan ve Allah'ın şeairi ile dalga geçenler onlardı/onlardandı. "Bir odada yüksek bir yere konulmuş herhangi bir şey olsa ve oraya uzanıp onu alabilecek hiçbir şey olmasa, sadece ekmek ve Kur'an bulunsa, ekmeğe basılmaz, Kur'an'a basılır" diyerek Allah'ın Kitabı ile eğlenen onlardı/onlardandı. 12 Eylül 1980 askeri harekatını gerçekleştirip darbe yaptıktan sonra Konya'da yaptığı bir konuşmasında: "İslam'ı (veya şeriatı) getirmek isteyip te bizi 1400 yıl öncesine götürmek isteyen gericiler var!" diyerek Allah'ın dinini ve o dinin mensuplarını tahkir eden, bölge halkını tahrik edenler onlardı/onlardandı. 28 Şubat süreci içerisinde İslam'a düşmanlığını sürdürenler, Allah'ın tesettür emrine ve bunu uygulayan samimi insanlara zulmedenler, sırf kin ve garazlarından dolayı İmam Hatip Okullarını, Kur'an Kurslarını ve İslami imajlara gücü nispetinde sahip çıkan partileri kapatanlar, mensuplarını yargılayanlar, kendi yasaları ile verdikleri hakları işlerine gelmeyince geri alanlar, İslam'ın Erbakan'casına bile tahammülü olmayıp düşmanlık edenler onlardı/onlardandı. Daha neler sıralamamı istersin, Yusuf? Benim yazarken elim titrer, yüreğim ürperir. Senin hala sabrın var mı Yusuf?

Derken 17 Ağustos 1999 Salı sabahı... Saat 03:02... "Allah size üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye ... Kadir'dir..." (6/10) diye buyuran Allah ansızın yaptığı bir baskınla onlara altlarından geliyor, mücrimlerin yurtlarını vuruyor, eğlencelerini başlarına geçiriyor, yaşadıkları yerlerin altını üstüne getiriyor, onları aramaya/kurtarmaya gelen ekip arabalarını bile suda boğuyor ve daha önce metnini indirdiği şu ayeti fiili olarak yeniden indiriyordu:

"Artık kötülüğü örgütleyip-düzenleyenler, Allah'ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya farkına varamayacakları yerden azabın gelmeyeceğinden güvende midirler?" (16/45)

Zorbalık yapmışlardı. Haddi aşmışlar, tuğyan ediyorlardı. Oysa "Sabur" olan Allah'ın sabrının da bir limiti vardı. Allah'ın tahammül etmediği, acele olarak cezalandırdığı ameller vardı. İnatçı zorbaların sonu Allah'tan bir kader olarak helak edilmekti. Ama bu kader, Allah'ın onlara zorla yazdığı ya da işledikleri küfürlerden -haşa- razı olacağı için yazdığı/yarattığı bir kader değildi. Onların kendi elleriyle, dilleriye, eylemleriyle işlediklerinin kaderiydi. Ve sünnetullah'ta sürekli cari, değişmez bir kaderdi bu (17/77; 35/43)... "... Ve her inatçı zorba helak olmuştu." (14/15) "Allah onlara zulmetmemişti, ama onlar kendi kendilerine yazık ediyorlardı" (29/41)

Depremi takip eden ilk günlerde yer altı bilimleri konusunda ihtisas yapmış ve konu hakkında uzman olduğu söylenen (...) isimli bir yetkili T.C. Devleti'nin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e brifing veriyordu. Demirel söylenen-leri dikkatle dinledi, konu hakkında kendisine yapılan teknik açıklamalara ciddi bir şekilde kulak verdi ve söz kesmedi. Ne zaman ki yetkili depremin merkezinin Gölcük Donanma Komutanlığı'nın tam altı olduğunu söyledi, işte o an Demirel birden değişti, düşünmeye başladı, o ana kadar ki ruh haleti birden farklılaştı. Bunun doğal/kaçınılmaz/gayr-i ihtiyari (tercih dışı) sonucu olarak jest ve mimikleri de birden değişti. Beden dilinde "derin düşünme/tefekkür" ile anlamlandırılacak bir duruş olan yanağındaki elinin başparmağını ağzına götürerek hafifçe ısırdı ve içini çekerek kafasını salladı. Anlatılanlara kendisini kaptırmıştı, bilinçaltından haberi yoktu. Onun bu tavırlarını sadece o esnada dikkatle brifingi takip edenler görmüştü. Normalin dışındaki bu eğilimi ve bedensel tavırları adeta şu anlama geliyordu: "Allah bizi vurdu!" Diliyle bunu söylemedi; herhangi bir özeleştiri ve itirafta bulunmadı, tevbe etmedi. Anlaşılan o idi ki, bulunduğu konum ve vazgeçmek istemediği değerler uğruna adımını geri alamıyordu. Zaten bu da çok zordu... Ama beden dili geçici olarak hakka tanıklık etmişti.

Bütün bunlar ona yakıştırmamız değil, Yusuf. Türkiye'deki İslam'cıların mevcut sisteme olan karşıtlığını, haklı anti-patisini, polise ve orduya gösterdiği tepkiyi biliyorsun. Bu anlattıklarım öyle bir bilinç altının kurulmuş, uyarlanmış ve ifadeye dökülmüş bir şekli değil!... Aynen anlatıyorum, emin ol abartmıyorum. Türkiye'de Süleyman Demirel'in bu "beden dili"ni anlattıklarımdan kimileri içimden geçenleri ona uyarlayarak yorumladığımı söylediler. Belki de beni incitme endişeleri olmasaydı, kimbilir abarttığımı bile söylerlerdi. Niye mi? Süleyman Demirel'e ve benzerlerine hidayeti yakıştırmıyorlar da ondan... Hidayeti yakıştırmak şöyle dursun, böylesi hidayete yol açacak küçük bir tefekkürü bile yakıştırmıyorlar. Bu tavırlarında onlar haklı olabilirler, saygı duyuyorum. Çünkü Allah kendisine içten yönelene hidayet ediyor (13/27). Hidayete eğilimi, istidadı, niyet ve arzusu, dalalet sıkıntısı olmayanlara Allah'ın zorla hidayet ettiği vaki' değil! Ama ben de anlattıklarımda/aktardıklarımda haklıyım Yusuf. Bizzat gözlerimizle gördük. İmkanı olanlar o tarihlerdeki bu görüntüyü RTÜK'ten temin ederek izleyebilirler.

İnsanlardan bazıları böyle bir toplumsal afette Allah'ın nokta vuruşları yapmayacağını söylüyor, musibetin inanan-inanmayan herkesi kuşatacağına inanıyordu. Onlara göre, "Allah belli mekanları özellikle vurmaz"dı. Niye mi? Çünkü onlar nokta atışlar sonucu vurgun yiyen taraftandı. Oysa Allah azabı indirirken onlara sormuyor, danışmı-yor, nereye sallayacağını, nereyi batıracağını, kimleri helak edip kimleri kurtaracağını çok iyi biliyordu (Allahu a'lemu haysu yecalu zelzeleten). Kim ne derse desin boştu, laf u güzaftı. Mal meydandaydı, onlardan ve olanlar-dan sadece kalıntılar konuşuyordu.

Yusuf kardeşim! Sanıyorum şimdi "Halkın suçu neydi?" diyeceksin. Allah daha önce uyarmıştı? Nasıl mı, nerede mi? İnsanların ölülerine okuduğu, kendilerine hiç okumadığı, okuduklarında da anlamadan okudukları Kitabımızın ayetilerinde:

"Rabbinizden size indirilene uyun, O'ndan başka velilere uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz? Nice nice kentleri helak ettik; gece uyurlarken yahut gündüz. Azabımız onlara ansızın geliverdi." (7/3-4)

İşte bir başka ayet... "O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydilir?" (7/97-9Cool

Cahiliye toplumuna bakış açımız belli olmasına rağmen, insan olmaları ve felakete maruz kalmaları sebebiyle yardım elimizi -gücümüz nisbetince- onlara uzatmaya çalıştık. Pek çok duyarlı insan ve duyarlı topluluklar da böyle yaptı. Emsali görülmemiş bir dayanışma örneğine şahid oluyorduk. Bölgeye gelen yardımlar öyle bir noktaya gelmişti ki, artık insanlar stok yapmaya başlamışlardı. Bir komşumum evine 2 yıl kendisine yetecek gıda maddesi ile belki bir ömür boyu tüketemeyeceği miktarda (yaklaşık 150 kg) tuzu stok ettiğini gözlerimle görmüştüm. İnsanlara öylesi bir bolluk isabet etmişti ki, oturduğum mahallenin kadınları "Keşke her zaman deprem olsa da böyle bolluk olsa!" diye temenni eder olmuşlardı. Bu sözleri de bizzat duymuştum. En fantezi ihtiyaçlara varıncaya kadar duyarlı insanlar bölgeye getirmişlerdi. Yardım arabaları konvoy olmuş, E-5 karayolu üzerinde trafik kilitlenmişti. Anadolu'dan gelen pekçok dernek, vakıf, gönüllü kuruluşlar, sivil toplum örgütleri ve birilerinin varlıklarına tahammül edemeyerek ateş püskürdüğü, "yeşil sermaye" adını verdikleri şirketler, holdingler Sakarya'ya ve diğer depremden zarar gören kentlere akın ediyor, varlıkları ile göğsümüzü kabartıyorlardı. Gelen yardımları istismar edenler de olmuştu. Bölge halkı gelen yardımları istif etmiş, geleceğe yönelik kişisel menfaatleri için kritik zamanın avantajlarından yararlanıyor ve Allah'tan korkmuyordu. Oysa yardımlar hep şehir merkezine gelmişti. Mahallelerde, ilçelerde, köylerde ve ulaşımın zor olduğu mekanlarda pekçok muhtaç insan bulunuyordu. Bu in-sanlar şehre ulaşamıyordu, yardım getiren duyarlı insanlar da bölgeye yabancı oldukları için şehir merkezinden başka yere gitmiyor, gidemiyorlardı.

Deprem sonrası bölgeye gelen yardım konvoylarından kolalı gömlek isteyen, kot pantolon siparişi veren gençlerle, parfüm ve şampuan isteyen kızlar vardı. Kimi şımarık eylemler ve eğilimler depreme rağmen hala birilerinin üzerinde çirkin bir şekilde sırıtıyordu.

Kimi nankörler de vardı. Vatandaşı oldukları, vergi verdikleri, askerlik yaptıkları, koruyup-kolladıkları, belki uğruna öldükleri, hiçbir şey yapamayanlarının da "Allah devlete, millete zeval vermesin!" dualarıyla destekledikleri devletlerinin bile hiçbir zaman kendilerine yapamayacağı iyiliği yapan insanlara ve sivil toplum örgütlerine nankörlük eden, o samimi insanları küstahca inciten/üzen basit tipler yardım ve ilgi bazındaki birtakım duyarlı davranışların yitirilmesine veya ertelenmesine neden oluyorlardı.

Sakarya'da Yeni Cami'nin yakınlarına Ribat Eğitim ve Yardımlaşma Vakfı günde 14.000 kişiye sıcak yemek verdiği aşevini kurmuştu. Bu rakamla Ribat benzeri pek çok hayır kurumlarına fark atıyor, rekor kırıyordu. Daha önce Konya'da da benzer anlamda bir hizmet veriyorlar, o beldedeki aç insanları Allah rızası için doyuruyor, fakirlerin dualarını alıyorlardı. Deprem hadisesinin akabinde Sakarya'ya gelmişler, seyyarlaştırdıkları aşevlerini bölge halkının hizmetine ve istifadesine sunmuşlardı. Çoğu yardımsever kişi ve kuruluşlar gibi insanlardan ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyorlardı (76/8-9). Kültür emparyalizmi, çözülmüşlük, dejenarasyon ancak bu kadar olurdu. Halk sabah akşam onların yaptığı yemeği yiyor, karnını doyuruyor sonra da kimisi nisbet yaparcasına kinayeli edalarla karşılarına geçerek, Bulvar'a oturup içki içiyor, kimileri de devletin ağzından konuşarak: "Kahrolsun irticaaa!" diye sloganlar atıyordu. Ribat belli bir süre sonra bu duruma tahammül edemeyerek geri döndü, bölgeden ayrıldı.

Sana şu ana kadar devletin deprem sonrası ne yaptığından hiç bahsetmedim. Bu nedenle devleti merak ediyorsun değil mi Yusuf? "Devlet bu esnada neredeydi, ne yapıyordu?" diye sorduğunu duyar gibi oluyorum. Devlet her zaman olduğu gibi Ankara'daydı Yusuf. Bunu öncelikle söylemiş olayım. Ancak devletin deprem sonrasında neler yaptığını merak edeceğine, neler yapmadığını merak etsen ve bunları konuşsak daha isabetli olur.

Yaşadığımız depremi uyarı, ibret vb. gibi kavramlarla yorumlayarak halka sunacakları yerde hurafelerle yorum yapıp, yaptıkları yorumları dine nispet ve Allah'a isnad ederek kitlelere sunan insanlar vardı. Bunlar atalarından devraldıkları kültür mirasını ve sahip çıktıkları geleneksel bilgi birikimlerini sorgulamadan kabulleniyorlar, yani karpuzu ayıklamadan kabuğu ve çekirdekleri ile birlikte yiyorlardı. Dinimizin bu akletmeyen dostları acaba mide-lerinin bozulduğunu ne zaman anlayacaklardı?

Kimileri depremin hemen ilk gününde hadisenin "nükleer bir deneme" olabileceği ihtimali üzerinde duruyorlardı. Bunu depremin ilk günü Arifiye'de bir pastanede duydum. İlkin beni de düşündürdü. Şu açıdan düşündürdü, çünkü yeryüzü müstekbirleri halkları mahvedecek böylesi uygulamaları yapabilirler ve bu denli merhametsiz olabilirlerdi. Nitekim geçişte bunun pekçok örneği de vardı.

Sevgili Kardeşim Yusuf!

Mektubumda anlattıklarımdan neler hissettiğini merak ediyorum. Hissettiklerinin neler olduğunu merak ettiğim gibi, hissettiklerinin dozajını da merak ediyorum. Çünkü 17 Ağustos 1999 günü, benim hayatım boyunca unuta-mayacağım o seher vakti yaşadıklarımızı sen sadece basın-yayın organlarından okudun, radyo ve televizyon kanallarından dinledin, belki de Inter-net uzerinden de takip ettin. Kuşkusuz bir müslüman olarak dinlediklerinden ve uzaktan gördüğün manzaralardan sen de etkilendin, pek çok duyarlı insan gibi...

Ancak ne var ki,

Allah'ın o geceki gazabına biz bizzat bölgemizde şahid olduk, hayatımda hiç görmediğim bir şekilde yerin aynı bir beşik gibi çalkantası ve bu çalkantının çıkardığı benzersiz yer uğultuları ile kendimizi sokağa attık. Yerden çıkan sıcak buharları biz teneffüs ettik. O sıcak yaz gecesinde gökyüzünde beliren ateş toplarını, çakan şimşekleri bizzat gördük, anlatanlardan da dinledik. Abartıldığında inanmıyorum. Çünkü abartılar sun'idir, abartılarda his yoktur. Abartılar ne anlatanı ne de kendisen anlatılanı etkilemezler.

Depremin ilk anlarında o 45 saniyelik süre içerisinde kendimizi sokağa atmamızın akabinde şehir merkezine yaklaşık 5 km uzaklıkta bir tepede olmamıza rağmen enkaz altında kalmak üzere olan, ölüm-kalım mücadelesi veren ve çaresiz bir şekilde son anını yaşayan pekçok kadın ve erkeğin, çocuğun ve büyüğün, genç ve ihtiyarın, zengin ve fakirin, güçlünün ve acizin, ezen ve ezilenin aynı anda kollektif bir şekilde çıkardıkları çığlık seslerinin, bağırtılarının ve feryatlarının Sakarya semalarına yükselerek mahallemize yaptığı yankıyı bizzat biz işittik. Saba-hın ilk saatlerinde ürperen yüreklerimizle yakınlarımızı ve dostlarımızı aramaya biz gittik. Sağ bulduklarımızla sevinen, yitirdiklerimizle üzülen, ulaşamadıklarımızla endişelenen bizdik. Enkaz kaldırma çalışmalarına (devlet bu işi ne kadar becerdiyse o kadarıyla) şahid olan bizdik. Enkaz altından çıkarılan onlarca, yüzlerce cansız cesedin toplu gömü amaçlı olarak kazılan çukurlara taraklarla atıldığını biz gördük. Daha sonraları o sıcak yaz günlerinde yıkılmış binaların enkazlarının altından gelen ceset kokularını duyan (ve çaresiz) tiksinen bizdik. Yine bu enkazların arasından yalanarak çıkan kedi ve köpekleri görenduyan da bizdik. Oysa bu insanlar belki de daha bir gün öncesinde kimimizin annesi, kimimizin babası, kimimizin eşi veya çocuğu, kimimizin akrabası, arkadaşı veya bir tanıdığı, kimimizin dostu veya düşmanı, kimimizin ise ziyaretine gidip ikramını gördüğü veya ikramda bulunduğu kimselerdi. Adeta maket yapıtlar gibi binaların temellerinden söküldüğünü, kimisinin yıkılmadan olduğu yere komple battığını ve çatılarının ayaklarımızın hizasına geldiğini, görüyorduk. Kimi binalarda unufak olmuştu. O binalardan kalan sadece toz-toprak yığını enkazdı. Bölgede çıkan yangınlara ve yangın içinde kalan insanlara bizdik şahid olan.

Yaşadığımız ve eşine (bizzat) rastlamadığımız bu olay hiç şüphe yok ki her ilahi uyarıda olduğu gibi iman edenlerin imanını, küfredenlerin de küfrünü arttırıyordu.

NOT: Bu metin yarım kaldı, notlarım ve sonu üst başlıkları ise baki. Umarım bir gün Rabbim beni bunu tamamlamaya muvafaak kılar (M.F.E.)



Dipnot 1:

Depremi bizzat yaşadı, depremden can kaybı olmadan kurtuldu, kurtuluşu için Rabbi'ne şükretti. Bölgede gezdi, görebilenlere gerçekten ibret olacak resimler çekti, bunları arşivledi. Depremi yorumladı, uzaktaki bir dostuna hitaben mektup olarak yazdı; gördüklerini ve yazdıklarını abartmadı, yazdıklarını yaşadığı dönemin en önemli iletişim ve bilgi ağı olan Internet üzerinde Tevhidi Çekirdek'in Web Site'sinde Deprem Sayfaları'nda yayınladı, tarihi bir belge olarak kalmasını ümid etti ve bunu Rabbinden diledi. Deprem sonrası kısa bir süre bölgede araştırma yaptı, gezdi ve üzerine düşenleri yapmaya çalıştı. Özel nedenlerden dolayı bölgeden ayrılmak (göç) zorunda kaldı. Yine de bu davranışından dolayı kendisini (kısmen) sorumlu hissetti, Rabbi'nden bağışlanma diledi. Bölgede samimi olarak çalışma yapan kesimlere başarılar diledi, hepsinin gıyabında onların savunucusu oldu, onlara dua etti.
_________________
Muhammed Fatih Ergün
www.mfe.name
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et MSN Messenger
www.turkiyespot.com ucuz hosting
www.turkiyespot.com ucuz hosting





MesajTarih: Cmt Hzr 28, 2008 9:35 am    Mesaj konusu: Advertisement Links

www.turkiyespot.com iyi Hosting vps vds radyo iyi reseller, kaliteli hosting, kaliteli host, kaliteli vps, iyi vps

Başa dön
fatima



Kayıt: 02 Tem 2008
Mesajlar: 3

MesajTarih: Cmt Tem 19, 2008 9:23 pm    Mesaj konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

depremi merkezinde yaşıyanlardanım.yazılan hadiselelrin bi çoguna sahit olduk.yanan binalar yıkılan evler tupraş yangını vs.. ilahi bir uyarı olduguna kesinlikle inanıyorum.ibret alıp terbiye olmayı diliyorum.60 kişinin karşımdaki mezarlıga getirilip gomuldugunu gordum.nedense unutuluyor işte.yani etkisi geciyor hemen.sanki olmamaış gibi.o korkular hiç yaşanmamış.o sabah bu dunyada bir daha gunah işlenmez işlenemez diyordum.ama insan aldanıyor.unutuyor.insan unutmaktan gelmiyormu zaten.(o gece bende annemden kalan bir alışkanlıkla salavat getirmiştim.gök gürültüsünden korktugumda soylerdi.bende arkasından soylerdim.herhalde rasulu vesile kılmak.onun hurmetine bagışlanma dilemek.niye gereksiz goruyorsnuzki.ondan başka vesile kılınmaya kim layık olabilirki)saygılarımla.
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder
M.F.E.



Kayıt: 25 Hzr 2008
Mesajlar: 80
Konum: Administrator

MesajTarih: Pzr Tem 20, 2008 12:43 pm    Mesaj konusu: Yanıt Alıntıyla Cevap Gönder

Rasulullah (s) ölmüştür, bu anlamda bir tevessül bid'attır. Salih amellerimizle tevessül etmek gerekir ve bu yeterlidir.
_________________
Muhammed Fatih Ergün
www.mfe.name
Başa dön
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder E-posta gönder Yazarın web sitesini ziyaret et MSN Messenger
Önceki mesajları göster:   
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder    www.turkiyespot.com web sayfası kontrol panelleleri yardımlaşma forumları Forum Ana Sayfa -> KALEM-KELAM Tüm zamanlar GMT +2 Saat
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

 
Geçiş Yap:  
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © 2001, 2005 phpBB Group
Türkçe Çeviri: phpBB Turkey & Erdem Çorapçıoğlu